21 Haziran 2011 Salı

CİN VE ŞEYTANLARIN BİR BÜYÜCÜDEN YERİNE GETİRMELERİNİ İSTEDİKLERİ ANLAŞMA ŞARTLARI

ALLAH'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Perdamaian ALLAH, rahmat dan berkah atasmu. GOD's peace, mercy and blessings be upon you.
Kur’an âyetlerini veya ilâhi adları ayaklar altına yazmak.
Âyet ve ilâhi adları pis sıvılarla yazmak.
Kur’an’ın üstüne oturmak veya apış arasına bağlamak.
İdrar ile Abdest almak.
Doğarken ve batarken güneşe secde etmek.
Ateşe secde etmek.
İçki içmek ve uyuşturucu kullanmak.
Anne, baba, kız kardeş, hala, teyze gibi birinci derecede yakınlarla cinsel ilişkide bulunmak.
Saç, sakal ve tırnaklarını hiç kesmemek.
Yıkanmamak.
Erkek erkeğe cinsel ilişkide bulunmak.
Hayvanlarla cinsel ilişkide bulunmak.
Yabancı kadınlarla cinsel ilişkide bulunmak
İnsan ve hayvan kanı içmek.
 Cin ve şeytanlar adına kurban kesmek.
Görülüyor ki, cin ve şeytanların, karşılığında sıra dışı bir takım olayları gerçekleştireceklerini söz verdikleri bu anlaşma şartlarından yalnızca birini yapmak kişiyi din ve imanından etmeye yeterlidir. İşte büyücüyü kâfir kılan bu şartlardır; yoksa büyü fenomenleri değildir. “Kişiden iman çıkmadıkça, büyü tutmaz” hükmü doğrudur.
Bu konuda dinlediğim gerçek bir büyücünün hikâyesini anlatmak istiyorum, tâ ki okuyanlara ibret olsun.
HİKMET BABA
Gaziantep İlinin Merkez Burç Beldesine bağlı Gülpınar (Kelpin) Köyünde misafir bulunduğum bir gece Ökkeş adında yaşlı bir kimse şöyle anlattı:
- Osmanlının son dönemlerinde Antep’te hafızlıklarını bitirmiş iki genç arkadaş vardı. Bunlardan birinin adı Tevfik, diğerinin adı da Hikmet idi. Halk, yörenin ağzıyla Tevfik’e Toyfuk diyordu. Henüz ergenlik çağına yeni giren bu iki genç arkadaş, bilgi ve görgülerin artırmak için Mısır’ın İskenderiye şehrine gitmeye karar verdiler.
Mersin Limanında günlerce bekledikten sonra Londra-Hindistan arasında sefer yapan bir İngiliz gemisine binip yola koyuldular. Gemi İskenderiye Limanına yanaştığına Toyfuk, eşyaların toplamaya başladı. Fakat Hikmet’te bir kıpırdanma bile yoktu. Toyfuk arkadaşına:
-Hikmet ne duruyorsun? Burası İskenderiye, eşyalarını alda inelim, dediğinde Hikmet yerinden bile kıpırdamadı ve arkadaşına bakarak:
- Ben inmiyorum. Okumaktan vaz geçtim. Ben sihirbazlık öğrenmek için Hindistan’a gideceğim, dedi.
Toyfuk arkadaşını bu isteğinden vaz geçirmek için çok uğraştı, fakat başaramadı. Üzgün olarak gemiden indi. Hikmet de gemi ile Hindistan’a doğru yola koyuldu.
Bu olaydan sonra tam yedi yıl geçti. Toyfuk, mükemmel Arapça bilen bir din bilgini olarak Antep’e döndü. Verdiği vaazlarla kısa zamanda meşhur oldu. Şöhreti her yana yayıldı. Hafız Toyfuk adını duymayan ve bilmeyen kalmadı.
Hafız Toyfuk bir gün çarşıdan evine giderken, saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı kir pas içinde ve dilenci kılıklı bir adamın kendisini izlediğini fark etti. Önce aldırmadı ama adamın kendisini izlemesi onu rahatsız etti. Adımlarını yavaşlattı ve birden durarak geri döndü. Kendisini izleyen adamla burun buruna geldiler. Adam Hafız Toyfuk’a, o da adama bakmaya başladı. Adam, yaşlı değildi ama görünüşü ile bir şeytanı andırıyordu. Kaşları tam bir siperlik gibi gözlerini örtmüş, bıyıkları da ağzını gizleyecek kadar uzamıştı. Adamın tırnakları da hiç kesilmemişti. Elbisesi kirden kararmış ve oldukça pis kokuyordu. Adam Hafız Toyfuk’a:
-Toyfuk, beni tanımadın mı? Ben senin çocukluk arkadaşın Hikmet’im, dedi. Hafız Toyfuk Hikmet’i hiç unutur muydu? Karşısında duran bu pis adamı tepeden tırnağa süzdü. Bu arada yedi yıl önce Hikmet’le ayrıldığı İskenderiye Limanındaki o sahne gözünün önünde yeniden canlandı. Fakat Hikmet çok değişmiş ve tanınmayacak bir hal almıştı. Onu bu haliyle kim görse kesinlikle tanıyamazdı. Kendini toplayarak:
-Hikmet, ne bu hal, Ne olmuş sana böyle? Diye sordu. Bunun üzerine Hikmet:
-Senden ayrıldıktan sonra Hindistan’ gittim. Brahman rahipleriyle tam yedi yıl bir mağarada yaşadım ve sonunda istediğimi elde ettim, fakat şartlar çok ağır oldu. İslâm’dan, imandan ve insanlıktan çıktım. Gördüğün gibi süflî/aşağılık bir hayatım var. Buna karşılık her istediğini yapabilen bir sihirbaz oldum, dedi. Hafız Toyfuk:
-Peki bu halinden memnun musun, diye sordu. Hikmet:
-Artık çok geç, girdiğim bu yolun geri dönüşü yok. Yedi yıl önce seni dinlemeliymişim, dedi ve Hafız Toyfuk’un kendisinden rahatsız olduğunu sezinleyince:
-Bundan sonra seni rahatsız etmeyeceğim. Beni unut ve görmemiş ol, diyerek oradan uzaklaştı. Hafız Toyfuk, Hikmet’in bu durumuna çok üzüldü ve arkasından bakarken gözlerinden birkaç damla yaş aktı.
Hikmet de zamanla Antep ve etrafında gösterdiği sıra dışı olaylarla meşhur oldu. Antepliler ona “Hikmet Baba” adını taktılar. Yaptığı işler hiç kimse akıl erdiremiyordu. Bazılar onu kerâmet gösteren bir veli sanıyor, fakat onun esrar içtiğini, oğlancılık yaptığı duyduklarında akılları karışıyordu. Dedim ya Hikmet Baba’nın işleri oldukça karışık idi. Ben onun yaptığı sıra dışı olaylara ve rezilliklerine şahit olmadım. Yalnız şahit olduğum akıllara durgunluk verecek bir olay var ki size onu anlatacağım.
Daha önce Hikmet Baba ile görüşüp, tanışmışlığım hatta adını bile duymuşluğum yoktu. İstanbul Selimiye kışlasında askerlik yaparken Hikmet Baba ile tanıştım. O da benim gibi askerlik görevini yapıyordu. Daha doğrusu Hikmet Baba’yı tanımayan yoktu. Çünkü Hikmet Baba hiç yıkanmaz, tırnak kesmez ve sakal tıraşı bile olmazdı. Yanımıza geldiği zamanda pis pis kokardı. Onun niçin böyle davrandığını kimse bilmiyordu. Bölük komutanımız bir yüzbaşı idi. Hikmet’i zorla yıkandırır, tırnaklarını kestirir ve sakal tıraşı yaptırırdı. Bu konuda Hikmet elini bile oynatmazdı. Bu yüzden bölük komutanı da ona üç öğün dayak atardı. Bunca dayak faslına rağmen Hikmet Baba’nın durumunda bir değişme olmadığını gören bölük komutanı onu bir odaya hapsettirdi ve başına da bir nöbetçi dikti. Yemekleri kısıtlandı ve uzun süre aç bırakıldı. Bu arada Yüzbaşının dayak faslı sabah akşam devam etti. Yüzbaşı hem dayak atıyor, hem de:
-Ya bu askerlik kurallarına uyacaksın, ya da buradan ölün çıkar, diye tehditler savuruyordu, ama Hikmet Baba’nın durumunda yine bir değişme olmuyordu.
Hikmet Baba’ya bazen acıyor, bazen de ona kızıyorduk. Durumu gerçekten perişandı. Kendisine böyle davranmaması için adeta yalvardık, fakat söz dinletemedik. O ise bize:
-Elimden gelmiyor, yapamıyorum, gibi üstü kapalı ve kaçamak cevaplar veriyor fakat işin iç yüzünü açıklamıyordu.
Bir cumartesi günü idi. Hikmet’in başında nöbet tutma sırası bana gelmişti. Nöbette bana:
-Ökkeş, yarın çarşı iznin var mı, diye sordu. Ben de:
-Evet, var, dedim. Bunun üzerine elini montunun üst cebine sokarak, sanki darphaneden yeni çıkmış gibi katlanmamış bir beş lira çıkarıp verdi. O zaman beş lira büyük para idi. Bana:
-Yarın çarşıdan bana taze bir kabak al ve bu kabağı saracak büyüklükte bir parça da patiska bezi al ve akşama bana getir, dedi.
Pazar günü çarşıya çıktım. Biraz gezdikten sonra sinemaya gittim. Sinema çıkışı bir lokantada karnımı doyurdum ve Hikmet’in sipariş ettiği taze kabakla patiska bezini aldım. Bütün bunları Hikmet’in verdiği beş lira ile yaptım, üstelik para da arttı. Akşam dönüşü aldığım kabakla patiskayı Hikmet’e teslim ettim. Hikmet Bana:
- Ökkeş bu gece nöbetin var mı, diye sordu. Ben de :
- 23.00-01.00 arasında nöbetim var, dedim. Bunun üzerine.
-Nöbetin bitince bana uğra, sana bir şey göstereceğim, dedi. Ben de merakımdan nöbet bitiminde Hikmet’in yanına vardım. Hikmet, çakı ile kabağın üzerine anlaşılmaz bir takım yazı ve şekiller çizdi. Sonra patiska bezinin kenarından iki küçük parça yırttı. Kabağı patiskaya sardı, uçlarını da yırttığı parçalarla bağladı. Kabak, bez içinde kefenlenmiş bir ölüyü andırıyordu. Sonra çakıyı bezin üstünden kabağa sapladı ve bana dönerek:
-Şu anda yüzbaşıyı tam kalbinden bıçakladım, dedi. Ben:
-Sen hayal mi görüyorsun? Bıçağı kabağa sapladın, yüzbaşıya değil, dedim. Bunun üzerine:
-Bıçağı nereye sapladığımı yarın görürsün. Şimdi sen bunu al, bıçağı çıkarmadan bir yere göm, dedi. Ben bu saçmalığa inanmadım, yine de merakımdan bir yeri eşeleyerek kefenlenmiş kabağı saplı bıçakla birlikte gömdüm.
Ertesi gün Selimiye kışlasında buz gibi bir haber yayıldı. Bölük komutanımız yüzbaşı kalbinden bıçaklanarak yatağında ölü olarak bulunmuştu. Yüzbaşının ölüm haberini duyduğumda iliklerime kadar titredim. Bundan sonraki bölük komutanı Hikmet Baba’ya hiç karışmadı. Eğitim ve içtimadan uzak bir askerlik geçiren Hikmet Baba bizimle birlikte terhis oldu. Askerlik sonra onunla görüşmek bir daha nasip olmadı. Daha sonra onun çirkin ve pis işler yaptığını işittik. Bundan dolayı bazı kimseler Hikmet Baba’yı öldürmek için çok çaba harcamışlar, fakat başarılı olamamışlar. Sonunda kendi eceli ile ölüp gitti.
BÜYÜNÜN GERÇEKLİĞİ
Açıkça belirtelim ki sihir veya büyü gerçektir. Çünkü bunlarla uğraşan bunca insan var, hakkında konulan ilâhi yasak var. Bununla beraber Allah izin vermedikçe hiçbir kimse büyü yoluyla hiçbir kimseye zarar veremez.
“Kuşkusuz onların yaptıkları bir büyü hilesidir. Büyücü her nerede olursa olsun asla kurtuluşa eremez.” (Tâhâ: 69)
“Onlar (büyücüler) birine ancak Allah’ın izni ile büyü yaparak zarar verebilir.” (Bakara: 102)
“Fakat o şeytanlar kâfirlerdir ki, insanlara büyüyü ve Bâbil’deki Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Oysa o iki melek “Biz ancak fitneyiz, sakın kâfir olma” demedikçe hiç kimseye, kendilerine indirilen şeyleri öğretmezlerdi. İşte (şeytanlar ve büyücüler) o iki melekten karı-kocanın arasını ayıracak şeyleri öğrendiler. Andolsun ki o iki melek, mutlaka büyüyü satın alanların âhirette bir paylarının olmadığını çok iyi biliyorlardı. Şeytan ve büyücüler kötü bir şey olan büyü karşılığında neler sattıklarını bir bilselerdi!” (Bakara: 102)
Kuşkusuz büyüyü insanlara ilk öğretenler cin ve şeytanlardır. Onlar bu konuda bazı hilelere başvurdular. Çünkü Hârut ve Mârut adlı iki meleğin: “Biz ancak bir fitneyiz (yani sizi sınamak için gönderildik). Sakın (bizden bir şeyler öğrenmekle) kâfir olma” (Bakara: 102) uyarısı insanları ellerinden geldiğince büyüden uzak tutuyordu. Şeytanlar, büyüyü yasak olmayan davranışlardan gösterebilmek için şu iftirada bulundular:
“Hz. Süleyman (as) da büyü yapardı. Emrindeki cinlere, ifritlere, insanlara ve hayvanlara büyü gücüyle hükmederdi. Rüzgârı bile büyü gücüyle emri altına almıştı. Bütün büyü formüllerini bir kitapta toplamış ve onu da tahtının altında saklamıştı. Kimsenin bundan haberi bile yoktu. Bu büyü kitabı Onun ölümünden sonra tahtının altından çıkarıldı. İşte size öğrettiğimiz büyüler bu kitaptan alınmıştır.”
Bunun üzerine Yahudiler, büyü öğrenmek için akın akın şeytanlara gelmeye başladılar. Yüce Allah, bu durumu şöyle haber vermektedir:
“Ve o Yahudiler, Süleyman’ın mülkü hakkında şeytanların iftira yollu uydurdukları sözlere uydular. Oysa Süleyman büyü yaparak kâfir olmadı. Ancak kâfir olanlar şeytanlardır.” (Bakara: 102)
Bu ayette büyü yapmanın küfür, büyü yapanın da kâfir olacağı açıkça belirtilmiştir.
Cin ve şeytanlar, öğrettikleri büyüleri geçerli kılabilmek için yalan ve iftiraya başvururlar da büyücüler bu konuda hiç boş dururlar mı? Onlar da yazdıkları büyü kitaplarındaki büyü işlemlerini bilgisiz kimselere kabul ettirebilmek için işin içine Allah’ın dostlarının adlarını karıştırırlar. Şemsü’l Meârif adlı dört ciltlik büyü kitabı bu tür iftiralarla doludur.
Gerçek anlamda Allah’a teslim olup kulluk etmeyenler, önce nefislerinin, sonra da şeytanların kul ve kölesi olmaya mahkûmdurlar. En büyük düşmanımız olan şeytanın bize ne gibi bir yararı olabilir? Onun tek amacı cehennemde kendisine yoldaş aramaktır. Ondan Rabbimize sığınırız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder