29 Haziran 2011 Çarşamba

NEFİS TERBİYESİ

DUA-CİN--BÜYÜ-TILSIM-SİHİR-NAZAR-MUSKA-YILDIZNAME-HALÜSÜNASYON-DUA NEDİR-TILSIM NEDİR-TILSIM ÇEŞİTLERİ-BÜYÜ NEDİR-BÜYÜ ÇEŞİTLERİ-SİHİR NEDİR-SİHİR ÇEŞİTLERİ-BATIL İNANIŞLAR-CİN MUSALLATI NEDİR-DİNİMİZ İSLAM-ŞİFALI BİTKİLER-SAĞLIKLI YAŞAM-ASTROLOJİ-GİZEMLİ İLİMLER-İSLAMDA BÜYÜ-DEFİNE-DEFİNECİLİK-DEFİNEDE BÜYÜ VE TILSIM-CİNLER VE GİZEMLER HAKKINDA BİLGİLENDİRME SİTESİ...

NEFİS TERBİYESİ

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
Bismillâhir rahmânir rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ küllî hâlin ve fî külli hîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ muhammedinil mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmil cezâ... Emmâ ba'd.
Allah'ın selâmı rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Allah CC hem dünyada, hem ahirette sizleri hayırlarla karşılaştırsın, bahtiyar eylesin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...
Bu dünya, bu hayat, şu günler, şu ömürler gelip geçicidir; kalıcı değildir, çok değildir, kısadır, muvakkattir, sonludur, sönümlüdür, ölümlüdür. Asıl hayat ve asıl bitmeyen zaman ahirettedir, öldükten sonraki hayattadır. O ebedîdir, bu fânîdir. Asıl ona hazırlanmak gerekir.
İslâm'ın, imanın bize gösterdiği hakîkat budur. Peygamber SAS Efendimiz bu fikirle yaşamıştır. Dünyaya değer vermemiştir, bel bağlamamıştır, gönlünü kaptırmamıştır. Ahireti kazanmağa, Allah'ın rızasını kazanmağa bizleri teşvik etmiştir. Kendisi de ahiretin şevki ile, özlemi ile yaşamıştır.
(Mâ lî ve lid dünyâ) "Benim dünya ile ne işim var?.. (İnnemâ ene kerâkibün istezalle tahte zılliş şecereh) Ben bir ağacın altında biraz nefes alıp, gölgesinde gölgelenip dinlenen bir yolcu gibiyim." buyurmuştur. "O ağaç benim esas mekânım, makamım, hedefim değil ki..." mânâsına...
Biz de bu büyük hakîkate göre hayatımızı ayarlamak, tanzim etmek, düzenlemek planlamak zorundayız. Elimizden geldiğince de öyle yapmağa çalışıyoruz. İbadetlerimizi yapmağa çalıyoruz, Allah'ın emirlerini tutmağa çalışıyoruz. Haramlardan günahlardan kaçınmağa çalışıyoruz. Ahireti kazanmanın yolu budur diye, bu yolu tutturmuşuz.
Kimisi bunu güzel yapıyor, kimisi de zar ve zor yapıyor, zorlanarak yapıyor. Bazan günahlara bulaşıyor, bazan haramları irtikâb ediyor, bazan sevaplı işlere pek gayret gösteremiyor, tenbelleniyor...
Tabiî, bu hallerinin, davranışlarının da hepsi defterine yazılıyor. Kirâmen kâtibîn amel defterine yazıyor. Bunların da bir hesabı, sorgusu suali olacak ahirette....
(Femen ya'mel miskàle zerretin hayran yerah. Ve men ya'mel miskàle zerretin şerran yerah.) "Zerre kadar hayır işleyen onun karşılığını görecek. Öyle yapmayan, şer işleyen, kusurlu günahlı işleri yapan, yaşayışı Allah'ın rızasına uygun olmayan da cezalara uğrayacak."
Bu Allah'ın rızasını kazanma yoluna takvâ yolu derler, ihsân yolu derler. Takvâ yolu denmesi, insanın günahlardan, haramlardan, Allah'ın hoşuna gitmeyecek işlerden kendisini korumasından dolayıdır. Takvâ korunmak demek, kendi kendisini koruması demek... Onun için takvâ yolu deniliyor.
Yâni, canı istese bile günahlı, haramlı işleri yapmamak için kendini tutacak, kollayacak. Canı istemese bile sevaplı, hayırlı işleri yapacak da, sevabı kazanacak, kendisini cehenneme düşmekten koruyacak, kollayacak. Allah'ın gazabına uğramaktan korunacak.
O halde iş takvâdır, takvâ zihniyetiyle hareket etmektir, korunma zihniyetiyle hareket etmektir. Burda da nefisle çatışma vardır. Nefis günahları seviyor ve arzu ediyor. Eğlenceyi, keyfi. çalgıyı, düğünü, yatmayı, gezmeyi, tozmayı seviyor. Sevaplı işlere de tenbelleniyor. Hayırlı, sevaplı işleri de yapmakta zorlanıyor; kaçmağa çalışıyor, kaytarmağa çalışıyor.
Bir çocukta bunu güzel görüyoruz: Annesi babası zorlamazsa namaz kılmıyor. Hattâ annesini babasını kandırmağa çalışıyor. Yalancıktan abdest aldım diyor, yalan söylüyor. "Namazı kılmıştım ben..." diyor ama, kılmadı. Neden?.. Zor geliyor. Halbuki sevaplı bir şey... Sevaplı bir şey zor gelebiliyor, günahlı bir şey de çok şiddetle arzu edilebiliyor.
O halde Allah'ın rızasını kazanmanın yolu, nefse muhalefet etmekten geçiyor. İşte bu da takvâ yolunun esası, tasavvufun belkemiği... Nefsini yenebilecek ki insan, istemediği şeyi ona, "Sevaplıymış, faydalıymış, hayırlıymış." diye zorla yaptırabilecek; istediği şeyi de, "Günahtır, haramdır, Allah'ın sevmediği iştir." diye frenleyip tutabilecek. O halde nefisle mücadele etmekten geçiyor, Allah'ın rızasını kazanmak...
Onun için, tasavvuf, tarikat dediğimiz nefsi terbiye etme yolu en kıymetli yol oluyor; İslâm'ın hakîkatı oluyor, özü oluyor. Tabii, bunları anlamayanlar, şu kısa cümlelerle izah ettiğim şeyi bilmeyenler, çeşitli şekillerde itiraz ediyor. Kâfirler bir yönden itiraz ediyor, münafıklar bir başka yönden itiraz ediyor. Nefsinin esiri olan, nefsine tapan, hevasına tapan insanlar bu işe yanaşamıyor. Şeytana uyan, şeytana tapan insanlar gelemiyorlar. Ama işin doğrusu işte anlattığımız gibi...
O halde biz, nefsimizi ıslah edecek bir yol tutturmalıyız. Nefsimizi yenebilecek bir eğitimden geçmeliyiz. Sevapları öğrenmeli ve onları zor da olsa yapabilmeliyiz. Günahları, haramları bilmeli, canımız istese bile onlardan kendimizi korunabilmeliyiz, sakınabilmeliyiz.
Çok iyi derviş, bana mektup yazıyor, mahrem... Diyor ki: "Hocam, elinizi öperim, ayağınızı öperim!" diyor. Ayağımızın altını öpeceğini söylüyor. Tamam öper de, samîmî... "Fakat benim bir kusurum var, ben harama bakmaktan kendimi alıkoyamıyorum!" diyor.
Demek ki, bu iş bayağı zor... Çocuk iyi çocuk, derviş, tarikata girmiş, yaptığı işin günah olduğunu da biliyor ama, harama bakmaktan kendisini alıkoyamıyor. Televizyonda haram var, çarşıda pazarda haram var, günah var... Gazetede mecmuada haram var...
Tabii, bu sadece bakıştan meydana gelen bir durum... Aynı şekilde kulaktan günahlar kazanılabilir, aynı şekilde dilden günahlar kazanılabilir, aynı şekilde nefsin başka arzularından günahlar kazanılabilir. Çok canı istiyor, midesi arzu ediyor, iştihası kabarıyor, komşunun meyvasını çalıyor. İşte o da bir nefsini yenememek...
Kendisine helâl değil, Allah haram kılmış, başkasının malını almaması lâzım!.. Ama tutamıyor kendisini... Canım çok erik istedi diyor, erik çalıyor... Elmalar çok güzel kırmızı olmuş diyor, elma çalıyor... "Kavunlar karpuzlar büyümüş, hava da çok güzel, şurdan bir tane alayım!" diyor, bıçağı vuruyor, haram şeyi yiyor.
Bunu kademe kademe başka noktalara da götürebiliriz, başka misaller sayabiliriz. Burdan anlaşılıyor ki, insanın nefsi insana düşman adetâ... Nefsi kendisi demek, insanın kendisi kendisinin kötülüğünü istiyor. Sanki içinde bir düşmanı var, kendi aleyhe çalışıyor. Sanki kalenin içine casus girmiş, kaleyi içten fethetmeğe çalışıyor.
Doğru... Peygamber Efendimiz de öyle buyurmuş: En büyük düşman nefis!.. Çünkü, işte o işleri yaptırtıyor.
İnsan düşünüyor, taşınıyor, aklıyla bir şeyi düşünüyor, öyle yapıyor. Bankayı soyan da aklıyla yapıyor, soygunu yapan aklıyla yapıyor. Aklını kullanıyor herkes ama, aklını hangi istikamette kullandığı mühim...
Onun için, İslâm'ın özü, hakîkatı, esası, can damarı, belkemiği tasavvuftur, nefsin terbiyesidir. Nefis terbiye olacak, insan kendisini frenleyebilecek... Nefis terbiye olacak, insan kötü huyları atacak, iyi huyları alacak... Nefis terbiye olacak, insan Allah'ın istediği işleri yapmağa koşan, hayırlı faydalı bir insan olacak.
O halde tasavvufa itirazlar Kur'andan, hadisten, fıkıhtan nasibsiz insanların itirazlarıdır.
--Yok hocam! Bazıları da var İlâhiyatta hoca, veyahut Suudî Arabistan'da din adamı... Veyahut tarihte filânca kitapları yazmış filânca alim, kitap yazan yazar, müellif bir insan... O da itiraz ediyor.
Onların da itirazlarını incelerseniz, nesine itiraz ediyor: Ya tasavvufu bilmediği için, tasavvuf şöyledir, binâen aleyh kötüdür diye bilmeden ona yanlış bir sıfat yakıştırıyor, ondan tenkid ediyor. Ya da ben mutasavvıfım diye onun etrafında dolaşan, onun gördüğü insanlara bakıyor, "Tasavvuf buysa, tasavvuf iyi bir şey değil gàlibâ?" diye kötü misallerden dolayı tasavvufa karşı oluyor.
Biz de tasavvuf ehliyiz, tarikat ehliyiz; öyle tasavvufa biz de karşıyız. Ben de karşıyım, siz de karşısınız. Kur'an'ı okuyorsunuz, hadisi okuyorsunuz; içki haram mı?.. Haram... Birisi hem tarikattenim diyor, hem de içki içiyor. Buna karşı olunmaz mı?.. Karşı olunmazsa, müslümanlık nerde kalır?.. Elbette karşı olacağız.
Arnavutluk başmüftüsü geldi, evimize misafir oldu. "Arnavutluğun %40'ı Bektâşî Tarikatı'ndandır; rakı içerler bunlar." dedi. Ben de duydum, biliyorum. Gazeteler bir röportaj yapmıştı, ordan biliyoruz. Rakı içen bir tarikat kabul edilemez, tarikat değildir o!.. E, tarikatım diyor... Sapıtmıştır. Ne tarikatıymış?.. Bektâşî Tarikatı...
Ben Hacı Bektâş-ı Velî'yi tanıyorum. Hacı Bektâş-ı Velî içkinin aleyhinde... Bu içkiyi içiyorsa, demek ki sapıtmış. Hacı Bektâş-ı Velî'nin dahi yolunda gitmiyor. Çünkü Hacı Bektâş-ı Velî diyor ki: "Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa, suyunu dışarıya çıkartsalar. Kova ile çıkartıp çıkartıp kuyuyu boşaltsalar temiz olsun diye, dökseler suyu... Dışarısı ıslandı. Islandığı yerde ot bitse, o otu koyun yese; o koyunun etini yemem!" diyor.
Neden?.. Su şaraplıydı. Ot şaraplı sudan büyüdü. Koyun şaraplı suda büyümüş otu yedi. Onun için etini bile yemem diyor.
Bu neyi gösteriyor?.. Buna mübalağa sanatı derler. Bir şeyin kötülüğünü kesin olarak göstermek için mübalağa sanatı yapılır bazen... Yâni, o koyunun eti aslında temiz... O ot da temiz... Ot şarabı emmiyor ki, suyunu emiyor, şarabı almıyor topraktan...
Ama, çok kesin olarak biliyoruz ki, Hacı Bektâşî Velî içkinin aleyhinde... Şimdiki Bektâşî, Bektâşî Tarikatı'ndayım diyen Arnavutluk'taki adam içkiyi içiyor. Demek ki Hacı Bektâş'ın yolunda değil... Demek ki, Bektâşî adını bile almağa hakkı yok...
Kaldı ki, diyelim ki Hacı Bektâş-ı Velî de içki içmiş olsa; Hacı Bektâş-ı Velî Peygamber Efendimiz'den yedi asır sonra yaşamış bir insan... Bizim örneğimiz, nümûnemiz, nümûne-i imtisâlimiz Peygamber Efendimiz... Bizim kitabımız Kur'an-ı Kerim... Bizim dinimizin hükümleri Kur'an-ı Kerim'den, hadis-i şeriflerden çıkıyor. Birisinin şöyle böyle yapması, şöyle böyle demesi, bize dinî bakımdan delil olmaz. İçen günahkâr olur, bize örnek olamaz. O içmiş, ben de içeceğim diyemeyiz.
Bunun fıkıhta kaidesi nedir: "Batıl makîsün aleyh olamaz!" Yâni, "Kötü, aslı yanlış, batıl olan bir şey esas alınarak, örnek alınarak ona uygun olarak iş yapılamaz!" demek... Bâtıl makîsün aleh olamaz, hak makîsün aleyh olur. Peygamber Efendimiz şöyle yapmış, o halde ben böyle yapayım diyebilirsin. Ama Ebûcehil şöyle yapmış, ben de öyle yapayım diyemezsin; çünkü Ebûcehil bâtıl yoldadır.
Bâtıla uyulamaz, bâtıl örnek alınamaz, esas alınamaz. Bu aklın ve hukukun ve şeriatın kanunudur.
Onun için, tasavvufu bilmeyenler ya tasavvufu bilmediklerinden aleyhinde konuşuyorlar; ya da etrafında gördükleri kötü insanlardan ibaret sanıyorlar tasavvufu, ondan saldırıyorlar.
Biz de onlara düşmanız. Biz de aynı şekilde düşünüyoruz. Çünkü, esas olan Allah'ın rızasını kazanmaktır, Kur'an-ı Kerim yolunda yürümektir, Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılmaktır. Bizim yolumuz budur.
Biz de, birisi şeriata aykırı hareket ederse, hemen kaşımızı çatarız. Falanca adam varmış, kadınlarla erkekleri bir arada oturtuyormuş. Kadınlara elini öptürtüyormuş, ziyan etmez diyormuş... "Hadi ordan, palavracı sen de..." deriz, hemen kızarız.
Falanca adam çok iyi adammış da, cumaya gitmezmiş... "Hadi ordan, cumaya gidilmez mi?.. Allah-u Teâlâ Hazretleri:
(İzâ nûdiye lis salâti min yevmil cumuati fes'av ilâ zikrillâh) buyuruyor. Allah'ın sözünü dinlemiyor; kaşımızı çatarız, derhal tavrımızı alırız. Falanca adam yediği şeyin haramlığına helâlliğine dikkat etmiyor. Haramı yiyor, haramı içiyor, haramdan kazanıyor... Hemen kaşımızı çatarız. Bu adamın başında kavuğu var, sırtında cübbesi var, elinde asâsı var diye onu hoş görmeyiz.
Neden?.. Kıyafet mühim değildir; amel mühimdir. Amelleri şeriate aykırı diye tavır koyarız. O halde, aslında onlarla ihtilâf halinde değiliz.
Nitekim meselâ, İbn-i Teymiye diye bir kimse vardır, hep tasavvufun karşısında bir kimse olarak gösterilir. Halbuki kendisi mutasavvıftır, kendisi tasavvuf erbabıdır. İbn-i Teymiye'de Tasavvuf diye Türkçe'ye de kitaplar çevrilmiştir. O bizim anladığımız mânâdaki tasavvufa karşı değil, bizim karşı olduğumuz tasavvufa karşı...
Onun için, Ebül Hasen-i Nedvî sellemehullah, Allah ömür versin, iyi bir alim; "Bu tasavvuf kelimesi hak yolda gidenlerin de, batıl yolda gidenlerin kullandığı bir isim oldu. Keşke buna bir başka isim versek de, karışıklık olmasa şu sebepten dolayı..." diyor. "Başka bir isim verelim!" diyor.
Tamam, olur, verelim: "İhsân yolu, takvâ yolu" diyelim. Takvâyı anlattık, ihsan yolu ne demek?.. Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:
"--Allah'a onu görüyormuşçasına samîmî ibadet et! Sanki karşındaymış, sanki sen Allah'ı görüyormuşsun gibi, öyle candan, öyle samîmî, öyle içten, öyle duygulu ibadet et!" Neden?.. "Çünkü her ne kadar sen onu görmesen bile, o seni görüyor."
Bir görme işlemi var, o seni görüyor. Her yerde hàzır ve nâzır... O seni görüyor, içini dışını biliyor. Sen de onu görüyormuş gibi ibadet et!.. İşte tasavvuf, Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmektir.
Başka bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "İmanın en yüksek derecesi, Allah'ı görüyormuş gibi ona inanmak ve ona ibadeti öyle yapmaktır. O halde mahkemeye müracaat edip isim değişikliği yapalım!..
Bizim yolumuz ihsân yolu... Yâni, Allah'ın bizi gördüğünü bilerek, biz de sanki Allah'ı görüyormuşuz gibi, ona hâlis muhlis ibadet etmek yolu diyebiliriz.
Peygamber Efendimiz hadis-i şerifinde buyuruyor ki: "Bir insan bir günahı, iman içinde iken işlemez!"
--E ne olur?..
İman o anda ondan ayrılır, öyle işler. Katil öldürme işlemini mü'minken yapmaz. Sarhoş, şarap içme fiilini mü'minken yapmaz. İman çıkar, aklı durur, gözü perdelenir, gönlü kararır, öyle yapar. Hırsız hırsızlığını mü'minken yapmaz, yapamaz! Mü'min olan insan yapamaz!..
İmanı çıkıp gidiyor, gözü kararıyor, düşünemiyor. "Düşünemedim, aklım ermedi, kendime hakim olamadım... Bilmem ne..." diye ondan sonra hakimin karşısında mâzeret...
Demek ki, bizim yolumuz, Peygamber Efendimiz'in zamanında, Kur'an-ı Kerim'de, hadis-i şeriflerde, sahabe-i kirâmın bildiği isimle bizim yolumuz ihsân yoludur. Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etme yoludur. Bizim yolumuz takvâ yoludur. Kur'an-ı Kerim'de kaç yerde takvâ kelimesi geçiyor. Saymadım ama, yüzün üstünde yerde geçiyor takvâ kelimesi...
Bizim yolumuz takvâ yoludur. Biz takvâ ehli müslüman olacağız. Her işimizi Kur'an'a uygun yapacağız. Bizim yolumuz Kur'an-ı Kerim yoludur. Bizim yolumuz, Peygamber SAS Efendimiz'in ahlâkına ahlâkımızı uydurma yoludur. Rasûlüllah'ın ahlâkıyla ahlâklanma yoludur. Rasûlüllah Efendimiz'in ahlâkı neyse, onunla ahlâklanmak, o ahlâka sahib olmak, öyle yaşamak yoludur.
Bizim yolumuzun adları çıktı ortaya.. Hani Peygamber Efendimiz'in nice isimleri var... Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin nice esmâ-ü hüsnâsı var... Bizim yolumuzun da çeşitli adları var: "Tasavvuf yoludur, takvâ yoludur, ihsân yoludur, Kur'an yoludur, Rasûlüllah'ın ahlâkıyla ahlâklanma yoludur, cennet yoludur." diyebiliriz.
Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi, dinimizin hakîkatlerini öğrenen ve hayatında o bildiklerini uygulayarak, ilmiyle âmil olarak takvâ üzere yaşayan, ömrünü bereketli, hayırlı, sevaplı geçiren, huzur-u Rabbil İzzet'e sevdiği razı olduğu kul olarak; güzel, alnı açık, eli ibadetlerle dolu, kalbi pırıl pırıl varan kullarından eylesin...
Onun için, buyurun beraberce bir güzel tevbe edelim:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder